12 Ağustos 2016 Cuma

Chicago'da 2 gün

Newyork'u güzel güzel gezmek bize yetmedi tabii ki, araya başka şehirler de eklesek diye düşünürken aklımıza Chicago geldi. Chicago geldi ama malum Chicago'nun diğer ismi de Rüzgarlı Şehir (Windy City), eh mevsim de Ocak olunca biraz düşündük ama yine de gitmeye karar verdik. İyi ki gitmişiz şansımıza hava düşündüğümüz kadar soğuk ve rüzgarlı değildi :)
Spirit havayolundan Newyork-Chicago iç hat uçuş biletlerimizi aldık, bu Spirit Airlines bizim Pegasus gibi, herşey ekstra ücrete tabii. Çok uygun fiyata bilet bulduk ama ek ücret ödememek için yanımıza sırt çantası bile almadık, normal kol çantamıza gerekli olan herşeyi sığdırıp Newyork Laguardia Havaalanından sabahın köründe Chicago O'hare Havaalanına uçtuk. 
O'hare havaalanından Chicago merkeze zırt pırt kalkan bir metro ile pat diye ulaşılabiliyor, o kadar kolay yani. Sabahın köründe Chicago'da olduğumuz için metrodan Chicago'nun merkezinde The Loop olarak adlandırılan bölgede indik. Burası için finans merkezi de diyebiliriz. İndiğimiz yerin az ilerisinde Millennium Park adındaki mutlaka uğramanız gereken bir park bulunuyor. Burada "Crown Fountain" adındaki, uzun LED ekranları görüp, bu ekranlarda oluşan insan yüzlerini ve bu insanların ağzından fışkıran suyu izleyip eğlenceli vakit geçirebilirsiniz, Biz kış ayında orada olduğumuz için su yoktu gerçi ama yazın oldukça eğlenceli oluyormuş, suların içinde serinlemek, dansetmek ayrı olur tabii :) Ekranlar aşağıdaki gibi; 
Millennium Park'ta Bulut Kapısı / Cloud Gate isimli ya da Fasülyeye benzediği için kısaca "The Bean" olarak bilinen bir Anish Kapoor eseri bulunuyor. Cloud Gate 2006 yılında Chicago'ya yerleştirilmiş, yaklaşık 160 adet paslanmaz çelik plakanın bir araya gelmesiyle oluşturulmuş, yaklaşık 100 ton ağırlığında. Bir çukur ayna işlevi gören bu eser dünyanın en muhteşem sanat eserleri arasında yer alıyormuş. Sanatsal harikalıkları bir yana burada fotoğraf çekmek, arkamızda şehrin yansımasıyla beraber kendi yansımamızı izlemek, sabit durduğumuz halde yansımamızı sanki hareketliymiş gibi görmek çok eğlenceli, mutlaka Bulut Kapısında bir fotoğraf çektirin, çektirmeyeni dövüyorlar ona göre;
Bulut Kapısında çeşitli fotoğraflar çekip, poz verenleri izledikten sonra Millennium Park'ı gezmeye devam ettik. Parkın içinde sanatsal bölümler bulunuyor, çeşitli bahçeler, tiyatro ve konser alanları, kışın buz pateni pisti gibi. Parkın içinden yine sanatsal bir yürüyüş alanından Maggie Daley Parkına geçilebiliyor. 

Biz Maggi Daley Park'ına geçip oradan da ufak birşeyler atıştırıp, otelimize gidip eşyaları bırakıp sonra devam etme kararı aldık ve Magnificient Mile civarındaki otelimize doğru yola koyulduk. Otel tavsiyesi olarak nerede kalacağınızı bilemem ama downtown civarında kalmanızı tavsiye ederim. Görülecek her yere yakın, biz Ocak ayı olduğu için fiyatların çok kazık olmamasını fırsat bilip Doubletree de kaldık, zaten uçak biletini de çok ucuza getirmiştik. Otele gidip, çantalarımızdaki fazlalıkları attıktan, Doubletree'nin muhteşem çikolatalı cookie'sini midemize indirdikten ve güzel bir şehir haritası edindikten sonra hemen kendimizi şehrin sokaklarına atıp Navy Pier'e doğru yola koyulduk.
Öncelikle kış aylarında Chicago da aynen Newyork gibi %50 ölü bir şehir. Pek çok mekan kapalı, Türkiye'den giden biri olarak algılamakta gerçekten zorluk çektik ama turistik mekanların çoğu kapalıydı. Otelden yürüyerek geldiğimiz Navy Pier gibi. Navy Pier içinde kafeleri, restaurantları ve özellikle çocukların seveceği aktiviteleri barındıran bir yapı. Filmlerde gördüğümüz ünlü dönme dolabın olduğu yer. Ama kış ayında olduğumuz için tüm yapı tamamen kapalıydı. Turistik eşya satan dükkanlar bile kapalıydı!! Ama yazın giderseniz burada çok keyifli vakit geçireceğinize eminim. Şahsen ben Chicago'yu dönme dolaptan görmeyi çok isterdim. Ayrıca buradan tekne turları da yapılıyor, onlara da katılabilirsiniz. Navy Pier eskiden Amerikan donanma askerlerinin eğitimi için kullanılıyormuş, şu an tamamen şehrin turistik, eğlence mekanı olarak çalışıyor. 4 Temmuz'da havai fişek gösterilerinin de yine en güzel izlendiği mekan.
Biz haliyle sadece etrafından dolaşıp, neden kapalı ya burası diye söylenmekle yetindik, bu arada Michigan gölünün yarısı buz tutmuş halinin de harika fotoğraflarını çektik;
Navy Pier'in kapalı olmasından uğradığımız hayal kırıklığını, yarı donmuş Michigan gölünü ve göl üzerinden Chicago'nun siluetini izleyerek biraz attıktan sonra şehrin sokaklarına geri döndük.


Gelelim "Muhteşem Mil" / "Magnificient Mile" olarak adlandırılan bir millik caddeye. Bu cadde Chanel, Bvlgari, Burberry's gibi ünlü mağazaların ve lüks restaurantlar sıra sıra dizildiği, şehrin en kalabalık caddesi. Şık binalar, 5 yıldızlı oteller bu cadde üzerinde. Biraz bizim Bağdat Caddesi gibi diyebiliriz aslında. Şehri dolaşırken bazı binalar çok tanıdık gelecek çünkü izlediğimiz pek çok film, dizi Chicago'da çekilmiş, Batman, Spiderman gibi. Chicago Tribune, Trump Tower, NBC Tower gibi binaları görünce filmleri hatırlayacaksınız. Ayrıca The Good Wife, Prison Break, Shameless, ER gibi diziler de Chicago'da çekilmiş. 
Chicago Tribune binasının dışında dünyanın pek çok ülkesinden getirilmiş tarihi bazı eserler var, aşağıda Aya Sofya ve Süleymaniye Camii'sinden getirilen eserlerin fotoğrafı var;

Chicago aynı zamanda müzeler şehri, şehirde o kadar çok müze var ki ama bizim çok vaktimiz olmadığı için müzeleri gezemedik. Bir sonraki sefer için notlarımızı aldık ama :) Yaz ayında Citypass bileti alıp görülecek yerleri çok daha ucuza getirebilirsiniz, aklınızda olsun. 
Şehrin "Old City" tarafına da gittik ama çok da fazla gözümüze bir şey çarpmadı, biz de artık yorulmaya başladığımız ve hava da kararmaya başladığı için gittiğimiz her şehirde mutlaka uğradığımız Hard Rock Cafe'ye doğru yola koyulduk. Açıkçası Chicago'nun Hard Rock Cafe'sini çok sevmedik, yemekler de vasattı, servis de, dekor da sıradandı. Ama Hard Rock işte, bir gezi geleneği gibi birşey :)
Chicago'ya kadar gelmişken Jaz dinlemeden dönmek olmaz, malum Şikago aynı zamanda jaz şehri, biz rastgele jaz barlara girip çıktık, çok eğlendik. Daha sonra otelimize dönüp, kendimizi ertesi güne hazırladık.
Sabah ufak bir atıştırmanın ardından Skydeck maceramızı yaşamak üzere otelden çıktık, magnificient mile üzerinden bir sabah turu yaptık, Chicago'yu çok sevmiş olmamın sebeplerinden biri de sanırım şehrin ortasından geçen Chicago nehri, Chicago nehri Michigan gölüne dökülüyor. Ama şehrin ortasından geçen bir nehir şehri o kadar muhteşem kılıyor ki. Yazın bu nehir üzerinde de tekne turları oluyormuş, Chicago'yu mutlaka bir de yazın görmeye karar verdim.
Skydeck macerası için The Loop bölgesine gelip, Willis Tower'ı bulduk, Willis Tower (Eski adı Sears) Amerika'nın en yüksek binalarından biri. 
108 katlı bir bina, bu binanın özelliği 103, katında camdan bir balkon olması, haftaiçi ve kış ayında olmamız sebebiyle 10 dakika gibi bir bekleme süresinin ardından asansöre bindik, o kadar katı birkaç dakikada çıkmak gerçekten şaşırtıcıydı bu arada :) Yukarı çıkınca Chicago adeta ayaklarımızın altındaydı;


Camdan balkon kısmına gelince, önce biraz sıra bekledik ama beklerken o balkona çıkmaya çalışan, korkudan çığlıklar atan, gözlerini kapayan, emekleyerek çıkan insanları izleyip çok ama çok eğlendik, böyle yazdığıma bakmayın, o balkona ilk adımı atmak gerçekten zor oluyor, ben de ilk adımı oturarak attım, ancak bir süre sonra ayakta durmaya ve aşağı bakmaya cesaret edebildim ama çok keyifli, çok eğlenceliydi :)
                     
Willis Tower'da birkaç saat geçirdikten sonra Chicago'nun ünlü deep dish pizzasını yemek için yola koyulduk. İnternetten yaptığımız araştırmalar sonucu Giordano's isimli pizzacının deep dish pizza konusunda otorite olduğunu öğrendik ve bir Giordano's bulup deep dish pizzamızı söyledik ama o açlıktan o kadar gözümüz dönmüştü ki pizza öncesinde peynirli patetes cipsi istedik ve afiyetle yemeye koyulduk.
Deep dish pizzamız aşağıdaki gibi böyle kalın hamur göründüğüne bakmayın, içi yumuşacık peynir ve sos dolu ama yine de iki kişi için gerçekten fazla. Lezzetliydi, ben beğendim, 
Yemekten sonra şehri son bir kez biraz daha gezip, uçak saatimiz gelene kadar sokaklarda dolandık.



Uçak saati yaklaştığı için yine metroya atlayıp ve yaklaşık 30 dakika sürede havaalanında olduk. Chicago'da yapmak isteyip de vakit darlığından ve mevsim şartlarından yapamadığımız çok şey oldu, müzelere gidemedik, Pier Navy'de vakit geçiremedik, Efsanevi yol Route 66'nın başlangıcını bulup, önünde fotoğraf çekemedik ve internetten okuduğum Supernatural Chicago etkinliğine gidemedik. Supernatural Chicago değişik olduğunu düşündüğüm ve deneyimlemek istediğim bir etkinlikti ama biletleri önceden almak gerekiyor, bu tür konulara ilginiz varsa, internet sitesini bir inceleyin derim; internet sitesi: http://www.supernaturalchicago.com/
Seni çok sevdik Şikago, mutlaka yaz ayında da görmek ve dönme dolaba binmek istiyoruz :)

22 Nisan 2016 Cuma

Çiçekler açarken Bozcaada



Normalde tur şirketleri ile turlara gitmeyi tercih etmem, kafama göre gezmek, gezilerde günümü kendim planlamak isterim ama Tamzara Tur'un Mustafa Ertekin eşliğinde gerçekleştirdiği "foto safari" turlarını kaçırmamaya çalışıyorum, siz de kaçırmayın derim çünkü fotoğraf çekimine dair çok şey öğreniyor insan :) Yok yok reklam yapmıyorum, bence en az bir kere herhangi bir fotoğraf safari turunu denemelisiniz, hatta fotoğraf çekimine karşı ilginiz yoksa bile denemelisiniz, turdan sonra ilginizin artacağı garanti.
Hafta sonu Bozcaada foto safari turunu görünce hemen atladım, Bozcaada'ya daha önce gitmemiştim ve nedense internetten araştırma da yapmadım, ne ile karşılaşacağımdan tamamen habersiz bir şekilde yola çıktım yani :) 
Öncelikle Bozcaada çok uzakmış, Cuma akşamı 22.30'da bindik ve ertesi gün 10.30 civarında Bozcaada'daydık, 2 feribotla gidildiği için, özellikle Bozcaada feribotu saatleri yüzünden oldukça uzun sürüyor gitmek. Bu arada sabah 10 feribotu için saat 8'de Geyikli'de Bozcaada feribot kuyruğundaydık, bu feribota binemezsek bir sonraki feribot saat 14.00'de ve uzun bir feribot kuyruğu oluyor, yani demem o ki, 10 feribotu için en geç 8.30'da feribot kuyruğuna girmek gerekiyor ne yazık ki. Geyikli'de feribotu saatini beklerken, etrafı gezip, kahvelerimizi içtik.
Adalılardan öğrendiğimize göre yazın bile çok nadir ek sefer koyuyorlarmış, bu da adalıların problemlerinden biri. Feribotu Gestaş firması işletiyor ve bu problemlere pek kulak vermiyormuş. Neyse, uzun bekleyiş sonunda nihayet Bozcaada'ya vardık ve otele eşyaları bırakıp, fotoğraf turumuza başladık. Önce sokakları gezdik, Bozcaada'da 2 tane mahalle var, biri Rum Mahallesi, biri Türk Mahallesi. Rehberimizin söylediğine göre adada hala zaman zaman ikamet eden 9 Rum varmış ve Rum mahallesindeki bütün mekanlar da Türkler tarafından işletiliyor. Ada nüfusu kışın 2000 kişi civarlarında, turizm sezonunda bu sayı 10.000'lere kadar çıkabiliyormuş. Sokakları gezerken çok eğlendik :)







Bozcaada sokaklarına bayıldım, sokaklardaki, evlerdeki, kapılardaki, bahçelerdeki, kafamı nereye çevirsem oradaki tüm detaylara, ufacık ayrıntılara aşık oldum. Yaşadığın yeri, her gün geçtiğin sokakları güzelleştirmek, hayatına değer katmak çok basit aslında. Biz büyükşehirlerde, her günü koşuşturmayla geçirirken ne çok güzellikten uzak kalıyoruz farkında bile olmadan, ne kadar kalitesiz yaşıyoruz... Oysa yerden topladığı 7 taş, 3-5 çöple çiçek yapıp, duvarına yapıştıran güzel insanlar var dünyada.
Kediler ve şiirler... Bozcaada halkı kesinlikle kedileri ve şiirleri seviyor :)


Sokaklardan çıkıp limana doğru gittik, güzelim sandalları, masmavi denizi izledik.

Bozcaada anakaraya yakınlığı dolayısıyla yüzyıllar boyunca istilaya açık bir şekilde yaşamış, o yüzden büyük ve görkemli bir kalesi var, muhtemelen en iyi korunmuş kalelerimizden birisi. Gerçi Fatih Sultan Mehmet döneminde kalıntıların üzerine neredeyse yeniden yapılarak bugünkü halini almış, Venedik-Osmanlı mücadeleleri sırasında tahribata uğrasa da 1800'lü yıllarda yeniden onarılarak korunmuş. Kayalıkların üzerindeki duruşuyla gerçekten görkemli görünüyor. 
Sokakları dolaştıktan sonra otobüsümüze atlayıp, adanın güzelim koylarını dolaşmaya başladık, adada denize girmek için gerçekten çok güzel koylar var, bazılarına merkezden dolmuşlar gidiyor ama dolmuş gitmeyen harika koylar da var. Hava soğuk olur diye mayo götürmemiştim yanımda ama hava çok sıcaktı, bu yıl mevsim normallerinin çok üstündeymiş zaten havalar.
Ünlü Ayazma Plajı;


Akvaryum koyu;

2015 yılında soğan dolu taşıma gemisinin karaya oturduğu ünlü Beylik koyu; gemi hala duruyor, biraz çürümüş, paslanmış, muhtemelen de daha uzun yıllar duracak...
Bozcaada gerçekten harika koylarla dolu. Ama hepsini gezmeye fırsat bulamadık çünkü gün batımını izlemek üzere Polente tepesine gitmemiz gerekiyordu. Polente tepesini ve Polente tepesinden gün batımını çok sevdik, hazırlıkları yapıp, tepeye doğru yola koyulduk. Gün batımını izlemeye çok insan geliyor, güzel bir yer bulmak için biraz erken gittik ama gittiğimize değdi doğrusu. Tamzara turun bize bir de sürprizi oldu, Polente tepesinde ufak bir masa hazırlandı ve Ezine peynirleri, inanılmaz lezzetli zeytinler ve zeytinyağı, Bozcaada'nın ünlü ekmeği ve şarabıyla gün batımını beklemeye başladık :)

Fotoğraf turlarının avantajlarından biri de grubun içinde çekimler için harika modeller bulabiliyor insan;
Güneşi batırdıktan sonra "Oooo adaya gelmişken rakı-balık yapmadan gidilmez" diyerek Rum Mahallesindeki mekanlardan birine oturduk ve Bozcaada'da fiyatların genel olarak pahalı olduğunu öğrenmiş olduk, fiyatlar pahalı arkadaşlar, sezon dışı olduğumuz için mi acaba diye merak ettik ama rehberimiz fiyatların her zaman pahalı olduğunu söyledi. Ayrıca servisler de fazla yavaş, bu da normalmiş, insanlar Bozcaada'yı bu şekilde kabul etmiş. Balık yemeden önce mutlaka fiyatları görün ve pazarlık edin yoksa hesabı öderken uçuk bir fiyatla karşılaşabilirsiniz. 
Ertesi sabah sokakları bir de sabah saatlerinde görelim diyerek, tekrar dolaşmaya başladık, ben yine detaylara takıldım, yine aşık olup, adada yaşamak istedim.
Bu arada adada 2 Cami ve 1 Kilise bulunuyor.



Saat 12.00 feribotu ile döneceğimiz için ünlü Ada Cafe'de oturup, Bozcaadanın Gelincik şerbetli sakızlı muhallebisinden yedik, ben sevdim :)
Bozcaada'da çeşit çeşit reçel satılıyor, mesala karpuz kabuğu reçeli, bal kabağı reçeli, gelincik reçeli gibi değişik reçeller de var. Hepsinin tadına baktım, fiyatlar da uygun. Ayrıca bağları gezdik, şarap tattık, Bozcaada'dan elimizde çeşit çeşit poşetlerle ayrıldık :)
Bu arada Geyikli'de İlyada firmasının fabrika satış mağazasına gidip lezzetli zeytinyağı ve zeytinlerinden almayı da unutmadık, sanırım gezi herkes için biraz pahalıya patladı.
Bozcaada'yı çok sevdim, Eylül'de bir gezi daha olacakmış, sanırım ona da gideceğim. Gitmediyseniz havalar çok da ısınmadan Bozcaada'yı bir keşfedin derim, sokaklardaki ayrıntılara aşık olun, hayatı güzelleştiren güleryüzlü adalılara en derinden bir selam verin..